İki Sanat Dâhisinin Buluştuğu Nokta: The Grand Budapest Hotel

Devran B
7 min readSep 22, 2016

--

“Fakat sonuç olarak her gölge, ışığın bir çocuğudur ve sadece aydınlığı ve karanlığı, savaşı ve barışı, yükselişi ve çöküşü gören kişi hayatı gerçekten yaşamış sayılır.”

Stefan Zweig, Dünün Dünyası

Not: Bu yazı filme dair sürpriz bozan (spoiler) içerir.

On birinci sayıda ele alınacak isimleri tartışırken Merve Akıncı’dan gelen Stefan Zweig önerisi sinemaseverlerin aklına direkt Wes Anderson’ı getirmişti. Zira yönetmen, fırtınalar kopartan son filmi “The Grand Budapest Hotel”de Stefan Zweig’ın notlarından esinlenmişti ve Zweig dendiğinde bu harikulade film de mutlaka ele alınmalıydı.

Erwin Panofsky, bir sanat eserinin üç aşamada ele alınacağını söyler: “Tanımlama, çözümleme, yorumlama.” Bu teoriden yola çıkarak “The Grand Budapest Hotel” filmini ve filmin Zweig’a dair taşıdığı izleri ele almak hem yazarı hem de filmi biraz daha iyi anlamamız açısından faydalı olacaktır.

***

STEFAN ZWEIG VE DÜNÜN DÜNYASI

Viyana’da, o çok sevdiği Avrupa’da mutlu bir şekilde yaşayan, sanat ve edebiyatla içli dışlı bir ortamda büyüyen bir yazar Stefan Zweig. Dergileri takip eden ve haftanın belirli günlerinde Viyana’da arkadaşlarıyla birlikte dergileri ve edebiyatı tartışan Stefan Zweig’ın o zamandan bellidir büyük bir yazar olacağı. Satranç, Amok Koşucusu gibi çok ünlü kitaplara imza atmasının yanı sıra Freud, Dostoyevski, Puşkin, Balzac, Nietzsche gibi büyük yazar ve düşünürlerin de biyografisini yazmıştır. Birçok kişiye ilham kaynağı olan Zweig, otobiyografisini yazdığı Dünün Dünyası kitabında nasıl mutlu bir hayattan karamsarlığa, karanlığa ve intihara sürüklendiğini anlatır. O çok sevdiği Avrupa’dan kaçan, asla geri dönmeyi düşünmeyen Zweig, en sonunda dünyasının asla eskisi gibi olamayacağına inanarak karısıyla birlikte intihar eder.

WES ANDERSON VE SİNEMASI

“Bottle Rocket”, “The Royal Tenenbaums”, “The Darjeeling Limited”, “Fantastic Mr. Fox”, “Moonrise Kingdom” ve son olarak “The Grand Budapest Hotel” gibi müthiş filmlerin yönetmeni Wes Anderson, 1 Mayıs 1969’da ABD’de doğmuştur. Sadece yönetmen değil aynı zamanda bir “auteur”dür. Fransız yönetmen François Truffaut’nun ilk kez “Une Certaine Tendance Du Cinéma Français” (Fransız Sinemasının Mutlak Eğilimi) adlı makalesinde geçer “auteur” kavramı. Senaryosundan, yönetmenliğine, oyuncu seçimlerinden dekoruna kadar filmin tüm detaylarında kendi tarzını ortaya koyan yönetmenler için kullanılır. Wes Anderson da tam olarak böyle bir yönetmendir.

Sinematopya.com’da yer alan bir yazıda Wes Anderson’ın ABD sinemasına birkaç beden fazla geldiğini söylemenin haksızlık olmayacağını belirtiyor Burak Hazine. Kendisine katılmamak elde değil. Son yıllarda ancak ve ancak klişe ve gişe filmleriyle boy gösteren bir ABD sineması var karşımızda. Son dönemin usta yönetmenlerinden Wes Anderson ise her karesinde sanat barındıran filmler çekerek ABD sinemasında öne çıkan yönetmenlerden biri hâline geliyor.

Filmlerinde genel olarak pastel renkler kullanan Anderson, sahnenin tüm detaylarını en ince ayrıntısına kadar düzenler. Öyle ki, sahnede odak noktasında olan nesne, arka planın tam ortasında yer alır her daim. Hatta bu yüzden adına kısa belgeseller yapılan Anderson’ın adı “simetri hastası yönetmen” olarak geçmektedir. Filmlerinin müzikleri de görüntüleri kadar sıcak ve etkileyici olur. Genel anlamda aynı oyuncu kadrosuyla çalışsa da birçok yıldıza “küçük” roller vermesiyle de bilinir. Ama bu izleyiciyi asla rahatsız etmez, aksine o yıldızlar, küçük rollerle görevlerini tamamlayıp kaybolunca filme ayrı bir hava katar tıpkı “The Grand Budapest Hotel”de Adrien Brody ve Edward Norton’un rolleri gibi.

Anderson, filmlerinde ciddi konuları işlese bile ciddileşmekten yana değildir. Zweig’ın dram ve acı dolu dünyasını bile o kadar eğlenceli bir şekilde gözler önüne serer ki; izleyici hem savaşın adım adım yaklaştığını hisseder hem de ortaya konulan ince mizah karşısında gülümser film boyunca.

WES ANDERSON VE ZWEIG’IN TANIŞMASI

Anderson, filmi çekmeden altı-yedi yıl önce Zweig’ı tanıdığını söylüyor George Prochnik’e verdiği röportajda. Önce Acımak (Beware of Pity) kitabını okuyarak Zweig’ın dünyasına adım atan Anderson’ı çok etkiler Zweig ve usta yönetmen hemen diğer kitaplarını da okumaya başlar yazarın. Röportajda o kısmı şöyle anlatıyor:

“Zweig’ın birkaç kitabını okuduktan sonra beni en çok etkileyen nokta, onun hakkında kişisel olarak öğrenmeye başladığım şeylerin, yazar olarak onun hakkında hissettiklerimden aslında oldukça farklı olmasıydı. Çoğu yapıtı, esasında masum olan ve daha karanlık bölgelere yönelen kişilerin bakış açısından kaleme alınır ve ben de her zaman Zweig’ın, daha içine kapanık, çekimine kapıldığı işlerde bir şeyler arayan biri olduğunu hissetmiştim ancak bunlar onun kendi deneyimleri değilmiş. Aslında gerçek, bunun tam tersi. Zweig, yoluna çıkan her şeyi az çok denemiş olan biri gibi gözüküyor.”

Stefan Zweig’dan çok etkilenen Anderson, filmi, Zweig’ın otobiyografisi olan Dünün Dünyası adlı kitabından esinlenerek çeker. Filmde Zweig’ı iki karakterin oynadığını söylüyor yönetmen. Birincisi Zweig’ın genç hâlini oynayan, Büyük Budapeşte Oteli’nin konuğu Jude Law, ikincisi ise filmin hemen başında ortaya çıkan Tom Wilkinson. Bunun dışındaysa Gustave H. de büyük ölçüde Zweig üzerine modellendirilmiş, yazarın karakteristik özelliklerinden yola çıkılarak oluşturulmuş bir karakter.

Anderson’ın, Zweig’ın karanlık hayatından etkilenip de tam tersine hayali ve keyifli bir dünyayı tercih etmesinin sebebini, röportaj sırasında Prochnick’in yaptığı şu yoruma şiddetle katılmasından çıkarabiliriz: “Bu durum, Zweig’ın gerçeği görmekten aciz olduğu düşüncesinden uzaklaştırıyor bizi ve şu yoruma götürüyor: Zweig hayal gücünde yaşamayı o kadar çok istiyor ki, bu istek, gerçeğin etkisini hafifletebilir.”

STEFAN ZWEIG BAĞLAMINDA “THE GRAND BUDAPEST HOTEL”

Anderson, 2014’te vizyona giren muhteşem “The Grand Budapest Hotel”de kendine has tarzını, diğer filmlerine nazaran en profesyonel şekilde sergiler ve her zamanki gibi pastel renklere sahip hayali dünyasına davet eder izleyiciyi. Filmlerinin her bir karesini özenle hazırlayan ve sahnenin tüm detaylarını ince eleyip sık dokuyan Anderson, “The Grand Budapest Hotel” filminde, iki dünya savaşının arasındaki bir hayatı, hayali bir ülkede anlatıyor.

Üç ayrı zaman katmanında geçen film, kronolojik sıraya dikkat etmeden tarihler arasında yolculuk yapıyor. Filmde, Büyük Budapeşte Oteli’nde konsiyerj olarak görev yapan Gustave H. ve onun yanında lobby boy olarak işe başlayan Zero Mustafa’nın keyifli, aksiyon dolu ve tarihi macerası anlatılıyor. Ralph Fiennes, Adrien Brody, Willem Dafoe, Edward Norton, Jude Law, Tony Revolori ve Tilda Swinton gibi ünlü isimlerin rol aldığı filmin müthiş müziklerini ise yönetmenin diğer bir filmi “Moonrise Kingdom”dan da tanıdığımız bir isim, Alexandre Desplat yapıyor.

***

Zubrowka adlı hayali bir ülkede, genç bir kadının Stefan Zweig olduğu düşünülen bir yazarın anıtının önünde The Grand Budapest Hotel adlı kitabı açmasıyla başlar film. Kitabın arka kapağında ise “yazar” karakterini canlandıran Tom Wilkinson’ın fotoğrafı vardır. “Yazar,” filmin başında izleyiciye şöyle seslenir:

“Herkesin düştüğü bir yanılgı vardır. Yazarların hayal gücünün daima iş başında olduğu sanılır. Sınırsız sayıda olay ve hikâyeyi tamamen kendi kafamızdan uydurduğumuz varsayılır. Ama işin aslı tam tersidir. İnsanlar, yazar olduğunuzu öğrenince, karakterleri ve olayları ayağınıza getirir, yeter ki gözlemlemekten ve dikkatle dinlemekten vazgeçmeyin; hikâyeler, sürekli, ömür boyu size gelmeye devam edecektir. Başkalarının öykülerini anlatan yazara pek çok hikâye anlatılır.”

Burada Zweig ile Wilkinson karakteri arasındaki bağı görmek mümkün zira yazarın Satranç isimli kitabında, Gestapo tarafından hücre hapsinde tutulan karakter Dr. B’nin hikâyesini, gemideki bir başka yolcunun ağzından dinliyoruz.

Ardından film 1980’li yıllardan 1960’lı yıllara gider, ekran boyutu değişir. Otele yeni yerleşen Zweig’ın genç hâli (Jude Law) otelin sahibi olan Zero Mustafa’nın (Murray Abraham) hikâyesini merak eder ve biz de filmin ana karakterinin Gustave H. olmasına rağmen tüm filmi Zero Mustafa’nın ağzından dinleriz. Yani Dünün Dünyası’nda Zweig’ın yaptığı gibi Zero Mustafa da otobiyografisini anlatmaya başlar ve filmin ekran boyutu bir kez daha değişir.

Gustave H, yaşlı kadınlara -özellikle sarışın olanlara- ilgi duyan, onlarla vakit geçiren ve onların hayatlarına renk katan bir konsiyerjdir. Otelde her şey ondan sorulur, her şeyi o bilir ve her şeyin kontrolü ondadır. Otelde lobby boy olarak işe yeni başlayan genç adam, Zero Mustafa (Tony Revolori) ile tanışırlar. Gustave H. bundan böyle, otelcilik ve lobby boy olmak konusunda Mustafa’nın akıl hocası olacaktır.

Filmde, Zweig’ın karamsarlığa düşüşünden ve Avrupa’yı sarsan o savaştan esintiler vardır fakat Gustave H. ve Zero Mustafa daha çok kendi çıkarlarının derdindedir. Öyle ki filmin bir sahnesinde Zero Mustafa gazeteyi alır ve koşa koşa Gustave H.’in odasına gider. Gazetenin manşetinde “YENİDEN SAVAŞ ÇIKABİLİR” yazarken altında ise küçük bir haber vardır: “Yaşlı bir kadın ölü bulundu.” Hem Zero’nun hem de Gustave H.’in dikkatini alttaki bu küçük haber çeker, çünkü ölen yaşlı kadın Gustave H.’in bir zamanlar sevgilisi olan, filmin başında otelden ayrıldığını gördüğümüz Madame D (Tilda Swinton)’dir. Gustave H. ile Zero Mustafa alelacele cenaze töreni için yola çıkarlar ve ancak Madame D’nin vasiyetinin açıklanacağı toplantıya yetişebilirler. Ne var ki Madame D, çok değerli olan “Elmalı Oğlan” tablosunu eski sevgilisi Gustave H.’e bırakır ve esas macera buradan sonra başlar.

Hem giderken hem de dönerken kahramanlarımızın tren yolculukları esnasında savaşın izleri kendini göstermeye başlar. Nazi askerleri treni durdurduklarında ülkede kaçak olarak yaşadığını düşündükleri Zero’yu almak isterler ama Gustave H. buna karşı çıkar. Askerlerin elinden ise Gustave H.’in annesinin eskiden birlikte olduğu komutan Henckels (Edward Norton)’in yardımıyla kurtulurlar ve Gustave H. bu olaydan sonra dönemin vahşiliğine şöyle gönderme yapar: “Bir zamanlar insanlık olarak bilinen şu vahşi mezbahada hâlâ ufak da olsa bir umut ışığı kalmış, görüyorsun değil mi?”

Filmin sonlarına doğru yine bir tren yolculuğunda Nazi askerleri tarafından sorgulanırlar ve Gustave H. belki de Zweig’ın söyleyemediklerini söylüyormuşcasına askerlere “Faşist pislikler!” diye bağırır. Genel anlamda savaş esintilerini tren yolculuklarında hisseder izleyici ama filmin sonlarına doğru artık askerler kenti ele geçirmiş ve otele yerleşmişlerdir. Savaşın artık başlamış olduğu zamanlarda bile Gustave H. ve Zero Mustafa kendi dertleriyle uğraşıp savaşı görmezlikten gelmektedirler. Belki de Wes Anderson, Zweig’ın bu savaş yüzünden intihar edişindeki karanlığı, filmi ve karakterlerini savaşın dışında tutmaya çabalayarak hafifletmeye çalışmıştır. Çünkü tüm bu olanlar hayali bir ülkede değil de gerçek bir dünyada yaşanıyor olsaydı hem film bu kadar etkileyici ve keyifli olamayacak hem de bir biyografi filminden öteye geçemeyecekti.

Anderson, Prochnick’e verdiği röportajda Zweig’ın sürekli olarak intiharı düşündüğünü ve bütün yapıtlarında intihardan bahsettiğini söyler. Filmde intihar yoktur fakat yaşlı kadınlarla birlikte olan Gustave H. çocuk ruhlu ve eğlenceli bir adam olmasına rağmen içten içe mutsuz bir karakterdir. Tüm otel çalışanları birlikte yemek yerken o, tek başına küçük odasında yer yemeğini. Gustave H.’in aslında ne kadar yalnız ve sorunlu bir karakter olduğunu, kurabildiği tek gerçek bağın kendisinden oldukça genç olan Zero Mustafa ile olmasından anlıyoruz.

Film boyunca Avrupa’nın ne kadar güzel olduğunu görürüz, ta ki savaş başlayana kadar. Tıpkı Zweig’ın Dünün Dünyası adlı eserinde olduğu gibi. Kitap Avrupa’da insanların ne kadar mutlu olduğundan bahsederek başlar ama savaş ile birlikte karanlık ve hüzün dolu bir sonla biter. Avrupa artık eski Avrupa değildir.

Film nasıl başladıysa öyle bitiyor. Anıtın önünde genç kadının kitabı okumasıyla başlayan film, yine anıtın önünde kitabı okuyan genç kadının görüntüsüyle bitiyor ama kadının kitabı bitirdiğini görmüyoruz. Belki de öykü, hayali bir ülkede hâlâ devam ediyordur.

*YM Dergi’nin “Stefan Zweig” temalı 11. sayısında (2015) yayımlanmıştır.

--

--

Devran B
Devran B

Written by Devran B

Designer, Cineaste, Art Enthusiast

No responses yet